Anadolu’yu Levent’e Bağlayan Köprü: Hisarüstü

Anadolu’yu Levent’e Bağlayan Köprü: Hisarüstü

Hisarüstü’nde yağmurlu, sıradan bir gündü. Otobüsler ardı ardına dizilmiş, Boğaziçi Üniversitesi durağına çaresizce yaklaşmaya çalışıyorlardı. Şoförler yolu kapatan motorsikletli kuryelere küfürler savuruyor, öğrenciler hangi tarafın tek yön olduğu belli olmayan sokaklarda karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorlardı. Bu manzara değişim öğrencileri için “kaos”, yerlileri için kaos görünümlü düzen ya da daha afili ifadesiyle, sokak unsurlarının harmonik hareketiydi. Okula yenice başlamış Furkan içinse daha ara formda bir yerdeydi yavaş yavaş öğrenmeye çalıştığı bu mahalle.

Anadolu’da bir “The Cemaat” lisesinde okumuş, ortalama bir dereceyle üniversiteyi kazanmış bir hazırlık öğrencisiydi daha Furkan. Okulda neler dönüyor, kim kimdir haberi yoktu henüz. İki hafta geçmesine rağmen hala tam yerleşememiş, düzenini kuramamıştı cemaat yurdunda. “Kervan yolda düzülür.” deyip çok da kasmamıştı gerçi, kendisini devamsızlıktan kalmaya götürecek bu düzensizlikten kurtulmak için.

Okula geldiği ilk gün, farklı kesimleri oldukça iyi tanıdığını düşünen Furkan için bile şaşırtıcı olmuştu. Sonuçta her ortama girip çıkmasıyla övünürdü aslında, alkoliğinden koyu dindarına kadar geniş bir arkadaş çevresi olduğunu düşünüyordu. Kayıt gününde iki tarafın da aslında daha uçlarda bile kolları olduğunu fark etti. “Eh yine en ortasındayız skalanın.” diye avundu, itidalli olmak gerektiğini düşünerek. Sonuçta hadiste de böyle geçiyordu, orta yolda olmak lazımdı. Basit bir aritmetik hesabıyla iki noktanın tam ortasına konumlandırmıştı kendini, doğru olan buydu. Okuduğu kitaplar da, içinde bulunduğu ortam da onu hep bu düşünceye doğru yöneltmişti: İtidalli olmak lazım. Kılıcın kınına girdiği, artık cihadın kalemle yapıldığı bir zamanda bu radikaller de neyin nesiydi? Bir de bu antikapitalist Müslümanlar yok mu… “Ne yani, Müslümanlar zengin olmasın mı? Zengin olmazsak gücü nasıl elde edeceğiz? Hayır gücü de kendim için istiyorsam namerdim, Müslümanların hakları gasp edilmesin diye.” Bir de bu sakallı, cübbeli gezen insanlar vardı ki en çok buğz ettiği onlardı. İnancı olmayan insanlara ulaşmanın önünü kapatıyorlardı. “Hem, öyle sakal cübbe filan da biraz şov sanki.” Bir de sanki başka dünyanın insanlarına sesleniyorlarmış gibi kendi programlarına davet edip tebliğ yaptıklarını düşünmüyorlar mı… Halbuki en iyi tebliğ hal ile değil midir? Ben sınıfta düzgün öğrenci olursam, onların ortamlarına girip muhabbet kurarsam daha kolay ikna edemez miyim? Hem, arkadaş da oluruz.


Furkan o gün güney yokuşu bu düşüncelerle çıkıyordu. Birazdan camiye gidip namazını kılacak, akabinde kayıt gününde tanıştığı bir abinin okuma grubuna katılacaktı üst katında. “Üst kat normalde hanımların değil midir ya? Neyse öyle olsa çağırmazlardı herhalde.”

Üst kata çıktığında sonraları çokça geyiğini çevireceği okuma gruplarından birinin ilk toplantısına katıldı. Oradakilerden hemen hiçbirini tanımıyordu, sadece kendini davet eden abiyle iki dakika muhabbet etti. O da zaten ismini hatırlayamadı Furkan’ın ki diğerlerine tanıtırken ismi yerine, “kardeşim” diye geçiştiriverdi. Bozuntuya vermedi ama Furkan da, sonuçta kendisi de şu sıra onlarca insanla tanıştığı için isimler yer etmiyordu hafızasında.

Okuma grubunun yarısı uzun saçlı, sakallı erkeklerden oluşuyordu. Hadi sakal tamam da, uzun saç? İşte bu hiç tanıdık gelmeyen bir şeydi ya neyse. Hangi kitapların okunacağını belirliyordu ekip, hiç duymadığı isimler zikrediliyordu. Ali Şeriatiler, Fethi Yeken’ler, Mevdudiler dönüyordu havada. –“Şeriati mi, çok radikal bir isim geldi, kim ki bu adam.”- Neyse başlangıçta daha yumuşak bir başlangıç yapalım deyip Rasim Özdenören’le açtılar kapıyı.



Hazırlık senesinin sonuna doğru yaklaşıyordu şimdi Furkan. Bir yandan İngilizce sınavının stresi başlamıştı bölüme başlaması için geçmesi gereken, bir yanda da kafasını bir dönemdir kurcalayan soru işaretleri iyice yiyip bitiriyordu kendini. O okuma grubuydu işte her şeyin başı, Furkan’ı “bi saniye ya, ne dönüyor burada?” sorusuna götüren. Okudukça bunca zamandır eleştirip durduğu insanların değil, esas kendisinin seküler bir hayat yaşadığını düşünmeye başladı. Sekülerliği dar anlamında alıyordu, ona göre hayatının yurt ve okul olarak ayrışmasında hiçbir beis yoktu halbuki, ki zaten yurtta kaldığını da gizliyordu yakın arkadaşlarından bile. “Okula gider mezun oluruz, yurtta da ahlaki, dini altyapımı yaparım nasılsa.” İkiliği üzerine müslümanca bir hayat planı kurarken, ancak yeni yeni fark ediyordu hazırlık kitaplarında bile verilen kültür inşasında da İslam’ı aramasının gerektiğini. “Gelin Müslüman olalım” diyordu Mevdudi, “doktorun verdiği reçeteyi tekrar tekrar okumaktansa uygulamaya koyalım.” İnandığı dinin hayatının her alanında var olması gerektiğini düşünmeye başlamıştı artık. Halbuki Kuran’ı anlamını bilmeden arada okur, Müslümanlık vazifesini yerine getirdiğini düşünürdü. Artık iman sahibi olmanın sorumluluklarını olduğunu düşünmeye başlamıştı. Öbür yandan da hala ailesiyle, çevresiyle olan düşünceleri çatışıyordu. Sorduğu sorulara ne yurtta, ne ailesinde tatmin edici cevaplar alıyordu. Gerçi, Boğaziçili olmanın getirdiği bir şey midir nedir, hele hazırlıktayken hemen hiçbir cevaptan tatmin olmazdı insan. İşte bu yüzden cevapsız olarak bitirdi o seneyi, kafasında çarpışıp duran düşüncelerle.

….

İkinci seneye geldiğinde hala kafasındaki sorulara tam yanıt bulamasa da, önceki fikriyatının yanlış olduğundan emindi artık. Şimdi radikal bir karar almanın zamanıydı: Yurttan ayrılacaktı. Bu, kendisini yetiştiren, üzerinde onca emeği olan insanların davalarına ihanet gibi geliyordu ama başka çare yoktu: Benimsemediği görüşlerin arasında benimsiyormuş gibi yaparak yaşamak daha büyük ihanet değil miydi?

Bu arada hazırlığı geçmiş, lise 5 tadındaki hazırlık eğitiminden kurtulmuş, “gerçek” bir üniversite hayatına başlamıştı. Tabi ona kimse bu kadar makale okuyacaksın dememişti, derslerin şokunu üzerinden epeyce bir atamadı. İngilizceyi tam sınavı geçecek kadar öğrenmişti, ne eksik ne fazla, şimdiyse hocaların konuşmalarının ancak yarısını anlıyordu.

+Ya abi, ileride alışıyor muyuz bu İngilizce ders dinleme olayına?


-Evet evet zamanla alışıyorsun. Anlamamaya alışıyorsun.

İkinci sınıfı boyunca da irili ufaklı okuma gruplarına devam etti. Zeynep Gazzali’nin zindan hatıralarını okuyunca düşünmeden edemedi: “Bizimkisi de en tatlı suyundan iman be, hiçbir zorluğa göğüs gerdiğimiz yok.” İsmet Özel’in üç meselesidir, Seyyid Kutup’un Yoldaki İşaretler’idir, böylece devam etti. Sonradan öğrenecekti ki bunlar daha sadece İslamcılığa giriş kitaplarıydı. E kolay değildi, risale altyapısından çıkıp bir nevi paradigma değiştiriyordu, ancak arayı kapatıyordu. Bu grupların vesilesiyle Camia denilen belli belirsiz insan grubunu da tanımaya başlamıştı. Öbür yandan da artık Kuran’ı anlaması gerektiğine kani olmuş, meal okumaya başlamıştı ama meal de kesmiyordu artık, direk anlayarak okumak lazım diye düşünüp ufaktan Arapça öğrenimine de giriş yapmıştı.

İkinci sınıf da biterken artık yavaş yavaş kafasındaki sorulara cevaplar bulmaya başlamıştı. Etrafında da aynı fikriyattan insanlar olunca hem, benimsemesi de kolay oluyordu. Üstelik, ilginçtir ama, aldığı sosyoloji dersleri bile yeni zemine destek çıkmıştı. Garibanın hakkını gasp edip zengini daha da zengin eden düzene karşı bir şeyler yapmak lazımdı, bu konforlu ve konformist hayatlarımızdan çıkıp dirilmemiz gerekiyordu. İslam’ın içini hurafelerle doldurup özünü unutturanlara karşı sesimizi çıkartmamız, seküler devletin din üzerinde diyaneti kullanarak kurduğu tahakkümünü kırmamız, ezilen halkların yanında durup adeleti yeniden tesis etmek gerekiyordu.

Üçüncü sınıfa bu düşüncelerle başlamıştı. Artık hem ortamı iyice tanıyordu, hem kafası daha netti, kimin yanında durup kime karşı mücadele edeceğine dair saflar oturmuştu iyi kötü. Önceden çok sevdiği cemaat hocalarını bile tamamen karşına almıştı artık üzerlerindeki emekleri dahi göz ardı ederek, “iyi insanlar aslında ama olup bitenden haberleri yok.” Mevcut hükümeti destekleyenleri, ya da destekleme belirtisi gösterenleri de “haksızlık karşısında susan dil şeytandır” diyerek tekfir derecesine getiriyordu. Yenice oturmuş fikirlerle gelen aşırı bir özgüvenle giriş yapmıştı nihayetinde hızlı islamcılığa. Eylemler, afişler, bildiriler, protestolar, tartışmalar… Tartışmalarda bile mangalda kül bırakmıyordu: Sosyoloji derslerinden ve azıcık felsefe okumalarından araklanmış süslü kelimeler ile yenice öğrenilen Arapça’dan artislik öbeklerle bezenmiş, keskin yargılarla dolu mailler döşüyordu. Muhtemelen sonraları bu haline bakıp bakıp, “Zamanında biz de gençtik, biz de direniyorduk.” diyecekti muhtemelen ama daha şimdiden muhafazakarlaşıp köşesine çekilecekse, ne diye gençti ki?

Son sınıfa geldiğinde ise artık o heyecan yerini yavaş yavaş durağanlığa bırakmaya başlamıştı. Düşünceleri çok değişmemişti henüz dördüncü sınıfa başlarken, ama yorgunluk, lisans hayatından bıkkınlık onu biraz daha arka planda durmaya götürmüştü. Sanki orta yaş bunalımının lisans versiyonunu yaşıyor gibiydi. Olayların direk içinde olmuyor, ama “elden bir şey gelirse yardım ediyordu.” –Bu tabir de ‘bir şey yapamam hacı ben bundan sonra’nın kibarcasıydı işte, arkadaşları kırmamak için icat edilen-

“Ee sonra?” sorusu da iyice sıkıştırmaya başlamıştı artık mezuniyet yaklaştıkça. Bundan sonra ne olacaktı peki? Bir yandan artık aile kurma niyetindeydi, -söylemeyi unuttuk, hızlı İslamcılığa giriş yapınca bir hanımefendi de bulmuştu hemen-, öbür yandan da burslar gidecekti ve baba parasına bakarak da yaşamamak lazımdı. Çevresindeki insanların iş arayışlarını gördükçe Furkan da bu gerilimde bulmuştu kendisini. İnsanlar değişince, eski kafadan kimseler kalmadıkça eski düşünceler de rölantiye alınmıştı artık; şimdi yerlerini daha yumuşaklarına bırakıyorlardı, ve daha realist olanlarına tabi. Artık sisteme karşı yenilmiş, hızlı mücadelesini kaybetmiş gibi hissediyordu. Bu yenilgi hissiyatından kurtulmak içinse eski günlerini saflıkla, hayalperestlikle itham etmeye başlamıştı; ancak böyle sağlayabilirdi yeni çizdiği yolun meşruiyetini. “Müslümanlar zengin olmamalı”dan, “Yani illaki zengin olacak birileri. Madem öyle, bunlar Koç’lar olmasın da Ülker’ler olsun”a, oradan da “Zengin olunmalı ki Müslümanlar dik durabilsinler”e doğru bir dönüşüm. Hatta en gavurundan firmalarda bile çalışılabilirdi fikirlerine katılmasa da, sonuçta emeğini satacaktı sadece, illa misyonunu özümsemesi gerekmiyordu ya.

Mezuniyete günler kala, takım elbisesini çekti, en sinekkaydından tıraşını oldu, en prezentabılından duruşunu aldı, en samimiyetsizinden gülüşünü takındı ve beyaz gömleklilerin arasına katılmaya, danışmanlık şirketlerinden birine mülakata yollandı.



*Bu hikaye bir uçtan başka bir uca hikayedir. Elbette kimse böyle olmayabilir. Sadece ara formlarının varlığını göstermek için biraz abartmak gerekti.

(Bu yazi asil olarak Ahval dergisinin 5.sayisinda yayinlanmistir.)







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kurumlar (Institutions) Yazı Dizisi 1

mantık ilmine giriş denemeleri