Gezi’ye Sessiz Çoğunluğun Yaklaşımı
Yokluğu mazeret kabul
etmeyen bir fikri altyapıdan bile mahrum kalmış insan, gündelik olaylar
karşısında, aynı safı tutmadığı insanın doğrularını cımbızla çekebilecek
kabiliyete sahip değildir ve kolaycılığa kaçarak, karşı saftaki insanların
fikirlerini küllî ret yahut küllî onay yolunu izler. Böylelikle, bu insan,
davranışlar karşısında tutunduğu başlangıçtaki derinliksiz ve haliyle güçsüz
tavırlarını, daha sonra eylemleriyle tutarlı olması adına pratikle paralellik
arz eden tavırlarla değiştirir. Bizim halihazırda gündelik hayattan
yapabildiğimiz bu tavır-davranış ilişkisi çıkarımının ilk kısmına gavurlar
ademoğlunun "self- consistency" (öz-tutarlılık) arzusu, ikincisine de
zayıf karakterlilerin "self-observing" (öz-gözlem) olayı demişler.
Şimdi gelelim bu
genel çıkarımın, gezi parkı eylemcilerinin söylemlerini şeksiz şüphesiz külli
yanlış olarak değerlendirdikten sonra karşı söylem üretme derdine düşen bizim
ahalideki yansımasına. Biraz öz eleştiri mahiyetinde tabi. Ama doğrudan
varamayacağım sonuca, biraz dolambaçlı gideceğiz.
Zaten hayatlarında hemen hiç İslami ilimlerden köklerini alan derinlikli bir eser okumamış, muhafazakar veya İslamcı aileler tarafından geçmişe nispeten çok daha naif-ılımlı bir ana akım çizgiden yetiştirilmiş, 90’lar tevellütlü bugünün Müslüman üniversite gençliği olarak bizler, İslam'ın dinamiklerine vakıf olmadığımız için, yani söylemlerimizin arka planında gerek ontolojik gerekse epistomolijik bağlamda İslam-dışı saikler olduğu için (-ve dahi bunun farkında bile olmadığımız için- liberalizm, salt antikapitalizm vs.), nevzuhur olaylar karşısında “bu taleplere karşı Müslümanca tavır ne olmalıdır?” sorusundan ziyade “bu insanlar kimlerdir ve bu kişilerin sistemdeki konumları nedir?”i soruyoruz. Yani evvela eyleme karşı bizim tavrımızın nasıl cevap verdiğini öğrenmeye değil, davranış belirlemeye çalışıyoruz. Oysa sağlam bir tavır almaya kâfi İslami arka plana sahip olsaydık, tavırlarımızın belirleyici unsuru davranışlarımız olmazdı. Olayların kahramanlarının sosyalist/komünist/kemalist/ülkücü olduklarını öğrendikten sonra içimiz rahat bir şekilde doğru söylemediklerine kanaat getirebiliyoruz, kendi cephemizi kuruyoruz (davranış geliştiriyoruz). Üretmeye çalıştığımız “karşı tavır” ın kurulumu da, tepkiselliğinden midir nedir, epey sıkıntılı oluyor. Şöyle ki, fikirlerin argümanlara dönüşmesindeki belirleyici kıstas, bir tezin “islami” referanslı olup olmaması değil, karşı söylemin tam zıttına ne kadar konumlanabildiği oluyor. Davranışı da geliştirdikten sonra, son olarak sıra tavır belirlemeye gelince, “zaten İslam da böyle diyor.” diyerek öz tutarlılığımızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Zaten hayatlarında hemen hiç İslami ilimlerden köklerini alan derinlikli bir eser okumamış, muhafazakar veya İslamcı aileler tarafından geçmişe nispeten çok daha naif-ılımlı bir ana akım çizgiden yetiştirilmiş, 90’lar tevellütlü bugünün Müslüman üniversite gençliği olarak bizler, İslam'ın dinamiklerine vakıf olmadığımız için, yani söylemlerimizin arka planında gerek ontolojik gerekse epistomolijik bağlamda İslam-dışı saikler olduğu için (-ve dahi bunun farkında bile olmadığımız için- liberalizm, salt antikapitalizm vs.), nevzuhur olaylar karşısında “bu taleplere karşı Müslümanca tavır ne olmalıdır?” sorusundan ziyade “bu insanlar kimlerdir ve bu kişilerin sistemdeki konumları nedir?”i soruyoruz. Yani evvela eyleme karşı bizim tavrımızın nasıl cevap verdiğini öğrenmeye değil, davranış belirlemeye çalışıyoruz. Oysa sağlam bir tavır almaya kâfi İslami arka plana sahip olsaydık, tavırlarımızın belirleyici unsuru davranışlarımız olmazdı. Olayların kahramanlarının sosyalist/komünist/kemalist/ülkücü olduklarını öğrendikten sonra içimiz rahat bir şekilde doğru söylemediklerine kanaat getirebiliyoruz, kendi cephemizi kuruyoruz (davranış geliştiriyoruz). Üretmeye çalıştığımız “karşı tavır” ın kurulumu da, tepkiselliğinden midir nedir, epey sıkıntılı oluyor. Şöyle ki, fikirlerin argümanlara dönüşmesindeki belirleyici kıstas, bir tezin “islami” referanslı olup olmaması değil, karşı söylemin tam zıttına ne kadar konumlanabildiği oluyor. Davranışı da geliştirdikten sonra, son olarak sıra tavır belirlemeye gelince, “zaten İslam da böyle diyor.” diyerek öz tutarlılığımızı gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Bunları neden yazdım?
Gezi parkı
meselesinde bizim neslin Müslümanları tavır belirleme noktasında şu yukarıda
anlattığım paragraftaki yolu izlediler. Yani ciddi anlamda mevzunun üzerine kafa
yoran, artısını eksisini değerlendiren nadirdi Müslüman camiadan. Ve en canımı
acıtan nokta da, modern hayattan araklanılan küfür değerlerinin İslami
kimlikler arasından gittikçe daha yükselen seslerle dile getirilmesi. Bizim
neslin Müslümanları artık demokrasi nutukları çekmeye başladı. Hayırdır, ne
oluyor? Demokrasi hangi ara İslam’dan oldu, biz hangi ara demokrasi mücahitleri
olduk? Erdoğan'ın mitingine ellerinde Atatürk posterleriyle gidenler mi
ararsın? Hadi Atatürk’ün takındığımız tavırla pozitif ilişkisi olmadığı iyice
ayyuka çıktı da demokrasi cehaleti çok canımı yakıyor. “Seçimde görüşürüz.” “O
adam bu milletin oyunu aldı da iktidara geldi. Halk ile gelen, halk ile gider.”
Sonra bir de özgürlükçüğümüz var ki beni bitiriyor, utanmasak Fazıl'a, Nişanyan’a
bile haksızlık edildiğini söyleyeceğiz. İşte bunlar hep cehaletten, hanefi
olduğumuzu söylerken 4 mezhep imamının da mürtedin katline vacip hükmünü
verdiğini bilmediğimizden. O Gezi’dekilerin dertleri ne? İçkilerine mi
dokunulmuş? Sonuna kadar destekçisiyim yasağın. Kürtaj yasağı mı? Aynı şekilde.
Erdoğan'ın otoriteleşmesi mi? Cumhuriyet fetişisti değilim. İslamcı politikalar
mı? Laik hiç değilim. Ama bana Müslümanlar gelip de “Ya istesinler
istemelerinde bir sıkıntı yok hatta yasak kaldırılabilir ama böyle yapmasınlar
ki, demokratik haklarını kullansınlar” demesin. Benim bu soruların sahibi
zihniyetle ulaştığım sonuç müştereken “hayır” olsa da, “hayır”ın sebeplerinde
ondan beriyim. Polisle çatışmak da haddi
zatında “kötü” bir şey mi bu arada? Cuma’sına gitmediğimiz devletin polisleri
de canımız ciğerimiz olacak değil herhalde.
Aslında belki öz eleştiri noktasında bunların hepsinden ziyade, gittikçe ilahlaştırılan erdoğan üzerine, itikadi sıkıntılar üzerine yazılabilirdi. Ama hayırlısı artık, onları da başkaları yazar.
Sakin girdik, sert çıktık; nasıl böyle oldu anlamadım. Yazının ilk kısmıyla ikinci kısmı arasına çok vakit girdiğindendir belki, affoluna.
edit1: gezi'nin geneli üzerine çokça yazı yazıldı, akif emre'yi yıldıray oğur'u ve kasımpaşalı abdullah kibritçi'yi tavsiye ederim. bunlar yazılmışken ben daha spesifik bi dalına eğileyim dedim.
edit2: yazının başlığı "gezi'ye müslümanların yaklaşımı" idi en başta fakat ele almaya çalıştığım kişilerin bütün müslümanlar olmamasından sebep, mevzubahis kitlenin daha belirleyici bir sıfatını kullandım.
İçki yasağıymış. Avrupa dersin demokrasi dersin bunda da örnek alsan ya avrupayı. İsvece gel bakayım saat 4 den sonra içki alabiliyor musun. dükkan dahi acık değil.
YanıtlaSilNeyse güzel yazı olmuş ellerine saglık daha uzun olabilirmiş.
eyvallah karşim.
YanıtlaSilgüzel de,
YanıtlaSilbu kadarı yetmez ama,
daha da yaz.
Böyük meseleer bunlar böyük, kolay değil öyle bi net islamı söylem oluşturabilmek. Peygamber dönemine insen de ideal bu işte desen tutmaz, tutmadı o idealler hiç. Zaten o ideali zorlamak da cüretkar bir rububiyet iddaası olurdu.Çok global bir toplumun postmodern dinamikleri bu kadar cazip ve marketable iken daha da çetrefilli. Bence toplumun geneli için fitneyi engelleyebilecek ve adaleti tesis edecek altyapıyıoluşturan ve koruyan 'laik' devlet, yaşamın şeriatın ilk şartıolarak hiçe sayıldığı ama 'İslam' adıyla hareket eden bir çok 'öldürmeyi ucuzlaştırış örgüt' belası altındaki ülkelerden daha hayırlıdır. Bu sebeple hükümetin en büyük himeti adaleti ve yaşam hakkını koruyabilecek atmosferi korumaktır.
YanıtlaSilsondan geriye doğru gideyim: valla son cümlenden şunu söyleyebilirim ki adsız hafız, batı medyasının "şeriat yanlısı örgüt" başlıklı, "aşırılıkçı gruplar" serpiştirilmiş haberlerini takip ederken ve buralardan hareketle islam davasındaki kardeşinle arana küfür ehlinin fitne sokma ihtimalini bir daha, bir daha sorgula. (valla anonime karşı da konuşmak ne zormuş, aman kırmayalım dökmeyelim diyorum bir yandan da.)sondan ikinciye gelelim. kısaca kesip atacağım bunu: laiklik olmaz hafız. şimdi de başa gelelim: biz safımızı belli edelim, diyelim ki küfre taraf değiliz. ayrıca, def-i mefasid celb-i menafiden evladır hoca; yalpalayarak yürüyen bir şer'i tahakküm, iktisadi ve felsefi tekamülüne doğru hızlı adımlarla ilerleyen allah'sız devletten makbuldür.
YanıtlaSilben de sondan başlayayım öyleyse, soru: Devlet Allah'lı olmak zorunda mıdır? Tarihin hangi bölümünde Allah'lı devletler yukarıdan aşığı inmeci zalim olabilmekten çıkabilmişlerdir. (Peygamber devri kendi sosyal ve mekansal kriterlerinde feodal dönemden ve modern çağdan çok farklıdır, kendiiçinde değerlendirilmelidir) Bugün'ün Allah'lı liderleri diyaneti kendi emellerine kullandığı gibi, Osmanlı da kullandı, öncesi de kullandı. Sevgili kardeş, maalesef üyopyamız tutmuyor, tekrar, İdeal düzeni getirme iddasında olmak büyük bir rububiyet iddaası oluyor burada. Devam, bunun için zorlarken ne oldu o 'şeriatçi devletlere' Kur'anın tekrar tekrar vurguladığı adaleti mi tsis ettiler yoksa kendilerine Kuran'ı alet ederek iktidar meşruiyetini kazanıp asıl vurgulanan noktaları-adalet, barış, güvenlik- mı kaçırdılar? Üstelik, bugüne kadar Türkiye düzleminde şeriat sloganları atarak iktidara oynayanlar insanların izzet dinini daha iyi mi yaşamasına vesile oldular yoksa çatışmaya girdiklerinden daha çok zarar mı verdiler canlara, mallara?... Başa dönelim, bu 'ölüm makinesi örgütler' tarihin hangi zamanında, nerede huzuru tesis edebilmişler? zarar, zarar, zarar... Önemli bir usul-u fıkıh, metodoloji problemidir. Pastanın tamamına talip olup hiç bir şey alamamakla kalmayıp, kimsenin faydalanmasını da engellemiş oluyoruz. Daha iyisi, toplumun huzuru ve hayrı için daha hayırlı ve makul olanı talep edip insanlara yaşama hakkını sunmaktır. Bu politik pragmatizm fayda getirir. Unutmayalım ki bizim bir Kur'an dünyası kurmak gibi bir görevimiz yok. Ama adil olmak, iyiliği emretmek, kötülüğü men etmek gibi görevlerimiz var. Biz çağırmakla görevliyiz, değiştirmekle de değil. Bir kötülüğü men etmek için çok daha büyük tehditler ortaya çıkaracak bir yola girmek cahillik olur. Bu sebeple bana göre, müslümanca duruş; bugün, bu düzlemde, hayırlı çalışmaların yapılabileceği düzeni ve sukuneti talep etmektir. Düzeni ve süküneti bozacak söylemler değil, niyetimiz üzüm yemek, işimizi yapmak...
YanıtlaSilBu arada adımı açıklamıyorum çünkü bunun bi faydası olmaz, çok bi zararı da olmaz da, etiketleme eğilimimiz birbirimizi anlamaya engel teşkil edebilir.